geçtiğimiz hafta ellinci yılını kutlayan birinci türkiye işçi partisi’nin, bu deneyimden önemli dersler çıkartma iddiasındaki çeşitli takipçilerinden ciddi bir farklılığı var; tip’i kuranlar bir grup sendikacı. türkiye işçi partisi, ülke solunun pek çok eğiliminin anası oldu, programına ya da seçim kampanyalarında kullanılan metinlere bir göz atan iyi eğitim almış marksist bir akademisyen kim bilir ne çok teorik hata, çelişki bulacaktır.
geçtiğimiz hafta ellinci yılını kutlayan birinci türkiye işçi partisi’nin, bu deneyimden önemli dersler çıkartma iddiasındaki çeşitli takipçilerinden ciddi bir farklılığı var; tip’i kuranlar bir grup sendikacı. türkiye işçi partisi, ülke solunun pek çok eğiliminin anası oldu, programına ya da seçim kampanyalarında kullanılan metinlere bir göz atan iyi eğitim almış marksist bir akademisyen kim bilir ne çok teorik hata, çelişki bulacaktır. diğer yandan, tip’in çizgisini o dönemde sağ, yetersiz veya revizyonist bulanlardan, adını türkiye’nin kahramanları arasına yazdırmış olanlar çoktur. ama türkiye işçi partisi çok önemli bir şeyi başarmış, işçi sınıfının mücadelesini, teorik bir konu değil pratik bir gereklilik olarak siyasi gündemin bir parçası haline getirmiş. tarihte biraz ilerleyelim. 1980 yılında yüz binlerce işçi grevde, bir o kadarı grev eşiğindeydi. darbecilerin ilk ve en önemli işlerinden biri grevleri süresiz ertelemek, sendikaları kapatmak ve sendikacıları tutuklamak oldu. türkiye işveren sendikaları başkanı halit narin’in “20 yıldır onlar gülüyor, biraz da biz gülelim” demesinin sebebi, gözaltına alınan devrimciler değil son verilen grevlerdi. 1960’lı yıllardan 1980’lere, hatta 1990’ın grev dalgasına kadar uzanan süreçte solun siyasi kahramanları gençlik liderleri, mahalle sorumluları, devrimci örgütlerin yöneticileri, şehir ve kır gerillalarının yanı sıra grev gözcüleri ve tabii sendikacılardı. o zamandan bu zamana çok şey değişti. her şeyden önce emeğin ve emekçi hayatının görünürlüğü kalmadı. gazeteler, dergilere açıp bakın, markalardan, üründen, tasarımdan söz edip duruyorlar. ama bu ürünleri kimin ürettiğine ilişkin bir veri yok, emek ve emekçi görünmez. fiyatı en düşük günlük gazeteler bile, emekçi okurlarına değil, reklam verenlerin tercih ettiği zengin okura hitap etmeye çalışıyor. bizim cenahta da adeta bunun yansıması olan gelişmeler var. Sendikacının kahramanlarımızdan biri olmaktan çıktığını söylemek, durumu tanımlamakta yetersiz kalır. aslında tanımı son derece muğlak olan demokrasi için mücadele yüceltiliyor, özgürlük mücadelesi baş tacı ve fakat ekonomik haklar için mücadeleye burun kıvıran kıvırana. dahası, sendika kelimesi neredeyse sarı sendika ile eşanlamlı olarak kullanılıyor. telaffuz edilmese de akıllardan geçen cümle şöyle bir şey sanki: insanlara zincirlerinden başka kaybedecek şeyler sağlamak için mücadele etmeye değer mi!!! bu soruya cevabım altı çizili bir “evet!” her şeyden önce, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar, teşbihte hata olmaz, “kışlık saraya yürürken” yanımızda olur, tabii. ama bugünün dergi, kitap okumayı, gösterilere katılmak için kentlerin merkezine gelmeyi, internet bağlantısını gerektiren mücadelesine katılacak ne güçleri ne mecalleri var. öte yandan işçi sınıfının devrimci gücünü sağlayan “şalteri indirme” yeteneği ve gücü işyerinde ortaya çıkıyor ki bunun ilk örgütleyicisi de tabii ki sendika. iş güvencesi, emekçilerin devrimci mücadeleye katılmasının önkoşullarından biri. bir yürüyüşe, gösteriye vb katıldığınız için sizi işten atmaya yeltenen patrona karşı yürütülecek, tazminat hakkı için olan da dahil yasal mücadelenin caydırıcılığı çok önemli. birçok konuda geçen yüzyılın başlarını aratan koşullarda çalışıyoruz. iş saatleri git gide esniyor, insanların değil mücadeleye, uykuya ayırdıkları zaman bile yetersiz oluyor. iş günleri kısalmazsa emekçiler siyasetle nasıl ilgilenecek, bunun sendikal mücadele dışında yolu var mı? kaldı ki, sendikal mücadeleyi ekonomik haklarla sınırlandırmak çok yanlış. birçok durumda, emekçilerin can güvenliği, sağlığı ve en az bunlar kadar önemlisi, özgüven ve saygısının yaratılması ve korunması sendikal mücadelenin bir parçası. bizim oralardan, sendikalı bir de aidiyet meselesi var tabii. yetişkin bir insanın nasıl geçindiği, mesleği kimliğinin en önemli parçalarından biri. işyeri, kapitalizmin en önemli mekanı, bizim de emekçiler olarak ömrümüz orada geçiyor. ve sendikalı olmak bu alanda özgürlük kapısını aralayan aidiyet. petrol-iş, birkaç yıl önce “sendikalı ol” diye bir kampanya yürütmüş ve bunun için videolar hazırlamıştı. sanırım internette bulunur; içlerinde en sevdiğim, kuaförde, gelin başı yaptıran genç kadının kuaför rolündeki meral okay’a nişanlısını “yabancı değil, bizim oralardan, sendikalı” diye tanıttığıydı. çünkü sendikayı, en beklenmeyen bir yere sokmayı başarmıştı. böyle bir hayat mümkün müdür, diye düşünenler olabilir. hazır petrol-iş’in adını da anmışken bu soruya “hem de nasıl” cevabını veren bir kitaptan söz etmek istiyorum: özkal yici’nin yazdığı Berec Grevi. ama izninizle yazının başındaki tarihlere dönelim. türkiye işçi partisi 1961 yılında kurulmuş, tip’lilere siyasi mücadele gücü ve azmi veren eylemlerden biri, belki de birincisi 7 aralık 1964 yılında başlayıp 16 ocak 1965’te biten, petrol-iş sendikasının yürüttüğü berec grevi. kitap üst başlığında (Kırkbir Uzun Gün) da vaat ettiği gibi grevde geçen 41 günü anlatıyor. bereç, petrol-iş’in ilk grevi, türkiye işçi sınıfı tarihinde de önemli bir yeri var. ama bütün bunların ötesinde, bugün işimize yarayacak birçok öğe içeriyor. sendika, grev hayatımızın bir parçası haline nasıl gelir? grevde kutlanan yılbaşı, açılan oruçlar, başlayan aşklar; hele sevdiği delikanlıyı kaçıran genç bir kız var ki, diyecek söz bulamıyorum. grevci işçilerin hep birlikte haldun taner’in ünlü keşanlı ali destanı adlı oyununu görmeye gitmeleri, işverenlerin de onlarla birlikte oyunu izlemesi, özellikle solcu olarak tanınmayan haldun taner’in oyundan önce sahneye çıkıp işçilere seslenmesini de ilginç ve şaşırtıcı buldum. bugün, böyle bir şeyi tahayyül edebiliyor musunuz? özkal yici’nin bize sunduğu bilgi ve hatıraların satır aralarında, tip’in başarısını, bizim… başarısızlığımızı demeyeyim de eksikliğimizi açıklayan pek çok ayrıntı var. berec grevi zaferle sonuçlanıyor, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olan, evlenmeyi bile düşünemeyen genç kızlar, bir maaşla beş nüfusa bakan aile babaları evlerine götürdükleri ekmeğin yanında daha lezzetli bir katık taşımanın gurur ve mutluluğunu tadıyor. daha önemlisi, bir araya gelmenin gücünü, keyfini. umarım çocukları “benim annem, benim babam berec grevindeydi” dediklerinde, ne kadar büyük bir kahramanlığı kastettiklerinin anlaşıldığı ortamlarda büyümüşlerdir. hepimizin sendikalı olması, sendikacıya da hak ettiği itibarın geri verilmesi gereken zaman geldi de geçiyor bile. zaten ekmeğin yanına gülü katmanın da başka bir yolu yok.