KADIN PORTRELERİ


 

Santral Memuru*

Yazan: Sibel Dağ / Sosyolog

Telefon, günümüzün en önemli iletişim araçlarından birisi... Bundan 50 yıl önce görüntülü olarak canlı bağlantı kurulabileceğini kimse hayal edemezdi muhtemelen. Yetmişli yıllarda telefonla görüşmek epey meşakkatliymiş, görüşmenin bütün yükü santral memurlarının sırtındaymış... Hayriye Eken, o dönemin santral memurlarından. Sibel Dağ kendisiyle görüştü ve dönemin iletişim koşullarını santral memurlarının gözüyle görmemizi sağlayan bu güzel yazıyı kaleme aldı.

Hızla gelişen teknolojinin geçmişte kalan pek çok alışkanlığı, davranışı ve hatta mesleği şaşırtıcı hale getirdiği bir gerçek.  Manuel santral dönemi bunu iyi örnekliyor olsa gerek. Bir panonun önünde sıralanmış memurlardan ve ellerindeki kabloları önlerindeki jaklara takıp çıkartmalarından bahsediyoruz. Parmak ucuyla dünyaya erişebilen günümüz insanına fantastik gelecek bir manzara…

İşte Hayriye Eken o yıllarda santralde görev yapmış memurlardan biri, onunla geçmişten, iş ortamından, anılarından konuştuk.

1950 Balıkesir doğumlu Hayriye Hanım. 1970’te sınavı kazanarak Gemlik Santralinde işe başlamış. 3 yıl sonra da evlilik sebebiyle Yalova Santraline tayin olup emekliliğine kadar (1992) burada görev yapmış. İlk 6 yılını santralde,  geri kalanını serviste geçirmiş.

İlk zamanlar farelerin ayakaltlarında cirit attığı, köhne ahşap bir binada çalışmış Hayriye Hanım. İki göz odanın biri santral diğeri posta servisi olarak hizmet veriyormuş. Sonra bir binanın ikinci katına taşınınca biraz rahat etmişler.

Önce santralde nasıl bir teknoloji var onu anlayalım. Hadise, üzerinde numara olmayan telefonlarla başlıyor. Kol hızla çevrildiğinde santraldeki ilgili hattın kapağı düşüyor, santral görevlisi elindeki iki uçlu kablonun bir ucunu o hatta takarak aboneyle konuşuyor ve diğer ucu istenen telefon numarasına ait jaka bağlayarak görüşmeyi sağlıyor.

Şehir içi aramalar böyle, ama şehirlerarası bir bağlantı isteniyorsa işte o zaman bekleme başlıyor. “Şehirlerarası istediğinde, not tutarsın, etiketler vardır, mesela arayan Eskişehir numarası ister, numarayı yazarsın, saatini yazarsın, sıraya koyarsın, o sırayla bağlatırsın. Biz İstanbul ve Bursa ile çalışırdık, numaraları onlardan temin ederdik. Ara merkezler merkezlerle çalışır, oraya numara yazdırıyorsun, Bursa memuru sana bağlıyor, sen de abonene bağlıyorsun. Bu işlemlerin yapılması saatler alıyor elbette.”

İmkanların her açıdan kısıtlı olduğu yıllar. Köylerde sadece muhtarlıkta, küçük yerlerde resmi dairelerde var telefon, evlerde ise sınırlı sayıda zaten. Telefonun nasıl bir şey olduğunu ilk kez santralde görmüş Hayriye Hanım. Teçhizat da şimdiye hiç benzemiyor:  “Zor yıllardı. Kulaklık şimdiki çağrı merkezlerindeki gibi değil. Bizim kocaman kulaklık ve kocaman mikrofon, bazen ses gitmez, kulağın başın ağrır, tamir ettirmeye uğraş. Kulak arızalarımız olurdu, işitme kaybı olurdu, çok sıkıntılı zamanlardı.”

Teknoloji de koşullar da hayli iptidai, yük çalışanların omzunda, epey yetenekli olmaları lazım. Aboneler aradıkları kişinin numarasını bilmeyince memurlar şehir içi tüm numaraları ezberlermiş mesela! Tabii numaralar şimdiki gibi 9 haneli değil, kayıtlı 300 abone var o yıllarda Gemlik’te.

Üstelik isim bilmeleri de kafi değil lakap kullananlar var! “Gavur Ahmet’i bağla” diyor abone! Daha neler neler… Boksör diye bağladığı numaranın bir lokanta olduğunu sonradan öğrenmiş Hayriye Hanım, lokantanın sahibi eski bir boksörmüş meğer. Bir anlam bulup rakamların ifadesizliğinden kurtulmaları böyle mümkün oluyor diyelim.

Burada bitmiyor tabii kabiliyetler. Görüşmeleri ücretlendirmek de memurların işi. Kaç dakika sürdüğünü kaydedip bu veriyi tahakkuk servisine göndermeleri gerekiyor. Bu iş yüküne nasıl yetiştiklerini de 2 gün bekleyenler olmasıyla açıkladı Hayriye Hanım, yoğun saatlerde araya girip görüşmeyi keserlermiş,  açıklama basit, fiş lazım! Merak ediyor insan doğal olarak bu araya girmelerde neler olduğunu: “İyiye de aracılık edebiliyorsun kötüye de, küfür de duyuyorsun, karı koca kavgası da, bütün konuşmaları dinleyemezsin, vakit yok, seri çalışıyorsun” diye özetleyiverdi Hayriye Hanım durumu.

İşleri de sadece bağlamak değil ayrıca, hat temiz değilse mesela birbirini duymayanlara aracılık ettikleri de olurmuş. Zaten davetli konuşma diye bir hizmet bile var. Evinde telefonu olmayanları, yakınları santralden arayıp görüşmeye çağırırmış. Balıkesir’de yaşayan ablasıyla da böyle hasret gideriyormuş Hayriye Hanım. Postaneye çağırtarak.

Telefonun hasret giderdiği zamanlarda önemli bir müessese de asker ocağı. En zor görüşmelerdenmiş onlarınki. “Askeriyenin santralinden birliğe haber veriliyor, sonra askeri arayıp buluyorlar, gelince sana dönüyorlar, sen bir daha arayana dönüp numarayı bağlıyorsun.  Asker konuşmalarını herkes birbirinin önüne atardı sen ilgilen diye.”

Hastaneler de benzer şekilde zor görüşmeler arasında yer alıyor. Milletvekilleri, hastaneler, askeriye öncelikli numaralardan o zamanlar.   En havalı görüşmeyse yurt dışı bağlamak. Çok büyük bir olay o dönem için. 

Aslında yaptıkları başlı başına bir olay, bunun keyfini çıkardıkları anlar da var şüphesiz. “Kral sendin. Bir de o vardı, her şey senin elinde, bağlamak, bağlamamak, bunu bilmek de ayrı bir şey.”

Önemli şahsiyetlerle görüşmeler yaptığı da olmuş Hayriye Hanımın. Süleyman Demirel’in, İhsan Sabri Çağlayangil’in telefonlarını bağladığını hatırlıyor. Tedirgin olmazmış, “onlar da müşteriydi” diyor. 

Santraldeki işlere gelince, tam otomatik sisteme geçilmesiyle birlikte her şey kolaylaşmış, bağlantı sorunu kalmamış. Hayriye Hanım bu yıllarda serviste çalışıyor artık. Orada da durum aynı: “Akşam hesabı kapatacaksın, o gün tahsilat yapmışsın, elle yazıyorsun, 1 hesap makinesi 10 memur, makinayı kim önce kaparsa! Çoğu zaman kafadan toplamışızdır. Paraları elle sayıyorduk, şimdi makinayla her şey. Bilgisayar bozuk diyorlar iş bitti, o zaman insan gücü, şimdi makine gücü.”

80’lerde ev telefonları yaygınlaşınca santral üzerinden yapılan görüşmeler de azalıyor artık. Günümüzde ise ev telefonları ortadan kalkmak üzere. Böyle olunca evine hat bağlatabilmek için yıllarca sıra beklemiş olanlara duygularını sorası geliyor insanın.

Şimdilerde çok kıymetsiz diye kıyaslama yapmaktan kendini alamadı Hayriye Hanım: “Telefona müracaat edip 10 sene bekleyeni biliyorum. Evine telefon bağlatmak için! Şebeke bir yere 500 hat vermiş, anca seneler sonra 50 abone ilave olacak, bekle dur.”

O zaman da parayı veren düdüğü çalabiliyormuş elbette: “O zaman için pahalıydı, herkes başvuramazdı, e tabii öncelikli alımlar vardı, mesela sen 5 liraya alıyorsan öbürü 15 liraya alıyordu.”

Teknoloji söz konusu olur da nerede o eski dostluklar olmaz mı? O günlerin muhabbetini çok özlediği belli Hayriye Hanımın: “Bütün zorluğuna rağmen yine de güzeldi, insanlar mütevazı, hoşgörülüydü, şimdi gençlerde hiç yok, saygı yok, biz büyüklere saygı gösterirdik, bir ağırlığı vardı, şimdi herkes ‘ben biliyorum’cu.” 

Arkadaşlar arası dayanışma yine unutulmazlarından Hayriye Hanımın. Özellikle posta servisinde yılbaşı ve bayram dönemleri. Evet elbette kartpostallar. Şirketler, resmi daireler, kurumlar arası tebrikleşildiği için çuval çuval ‘iş’ birikirmiş. Önce harf harf sonra şehir şehir ayrılan bu çuvalları kamyonlar alıp ilgili yerlere götürürmüş. Uzun posta kuyrukları olurmuş içerde, hangi memurun önünde dağlar varsa oraya yardım. O dağlar yok artık, önü kartpostal satan tezgahlarla dolu postaneler de.

Kendisine gelen tebrik kartları maalesef bir hüzün kaynağı Hayriye Hanım için “Saklamadığıma pişman olduğum o kadar çok tebrik kartı vardı ki, arkadaşlarımdan gelen bir iki tanesini saklamışım, gerisini atmışım, niye attıysam. Şimdi öyle üzülüyorum ki, saklasana onları, şimdi bak arasan bulamazsın.”

Emekli olalı 23 yıl olmuş Hayriye Hanım, ilk yılların tadını eşiyle birlikte çıkarmışlar, 30 yıllık hayat arkadaşı Erdoğan Bey 2002 yılında hayata veda etmiş. Eşiyle tanışması da santral sayesinde olmuş Hayriye Hanımın. Kendisi Gemlik’teyken Erdoğan Bey Yalova santralinde çalışıyormuş. Numara bağlarken karşılaşmışlar, önce sesler ve kodlarla, sonra yüz yüze. Çalışanların bir kod numarası olurmuş, eşinin 18 olduğunu söyleyen Hayriye Hanım kendi kodunu unuttu o an! Şimdilerde onun yokluğunun verdiği burukluk dışında hayatından memnun. İşyerinde nöbetleşe büyüttükleri oğulları psikolog olmuş. Yeri gelmişken teknoloji değişse de değişmeyen tek şey konuşma ihtiyacı galiba. Görülme ihtiyacı nasıl arttı, onu da bir bilene sormak lazım.

Akıllı telefonu yok Hayriye Hanımın ama tableti çok işine yarıyor. Yurt dışına çıktığında böyle bir teknolojik imkan olmasından dolayı çok mutlu olmuş. Dünyayı dolaşmak istiyor, bir zamanlar nice insanları birbirine kavuşturduğunu, mesafeler aldıkça daha çok hatırlayacak belki.

SANTRALDE GECE VARDİYASI

Gelelim gece vardiyalarına. Acil durumlar için nöbet tutuluyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sarhoş mu dersiniz, kırık kalpler mi: “Gece rahat bir saat diye çok arayan olur,  pavyona gidecek seni arar, pavyondaki kadın seni arar, canı sıkılıyor insanların, konuşacak. Gecenin ikisi üçü adam kafayı bulmuş, arıyor bilmem ne pavyonu bağla diyor, bağlayacaksın ne yapacaksın.” Gemiciler de sık gelirmiş gece vardiyalarında, onları konuşturmanın ayrı bir keyfi olsa gerek yağmurlu gecelerde…

Nöbetleri hareketli kılan bu hadiselerin yanında mesai arkadaşlarıyla sabaha kadar tadına doyulmaz vakitler geçirirlermiş. “Gece olur, uyumak yok, nöbetteyken n’aparsın, muhabbet, şakalaşma, şarkılar, türküler, sıkılmamak için sabaha kadar telefon konuşmaları.”

Santral zemin kattayken gece gelip ‘aç kapıyı konuşacağım’ diye cama vuranlardan da söz ediyor Hayriye Hanım. Hafif ürkütücü bir iş, gece memurlarının nöbete yalnız kaldığı döneme denk gelmediği için şanslı sayıyor kendini. O zamanlar varsa ailesinden biri eşlik edermiş memura, sonraki yıllar gece vardiyasına iki kişinin görevlendirilmesi mümkün olmuş da aileler kurtulmuş bu sorumluluktan.

 * Mülakatın bir bölümü Nisan 2016’da KaraKarga Dergi’de yayınlanmıştır.

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 52, Haziran 2016)