Petrol-İş Genel Merkezi’nin yeni kadın yüzü:

Üretkenliğin ve estetiğin simgesi emekçi kadın

Söyleşi: Selgin Zırhlı Kaplan

 

Azime ve Azize Önlü’yle Petrol-İş Sendikası Genel Merkez Binası’nın giriş katına yaptıkları rölyefi monte ederken karşılaştık... İkizler, ikisi de heykeltraş. Rölyefteki kadın figürü ilgimizi çekti. Tasarım ve yapım aşamalarını, ikiz olmayı, heykeltraş olmayı sorduk, ikiz olmanın doğasından olsa gerek, sorularımıza ortak cevap vermek istediler. İlginç, bir o kadar da keyifli bir söyleşi oldu...

 

Kendinizi tanıtır mısınız? Evli misiniz, çocuğunuz var mı? İkiz olmak nasıl bir duygu?

Azime & Azize: İsimlerimiz Azime Önlü ve Azize Önlü. İkimiz de Dokuz Eylül Üniversitesi’ nin farklı kampüslerinde sanat eğitimi aldık. Aynı dönemde iki farklı kampüste, bizimle aynı kaderi yaşayan iki kardeşle tanışıp okul sonrası evlendik. Dolayısıyla resmi olarak zorunlu değişen soyadlarımız da aynı oldu. Yine komik bir tesadüf onların soyadı bizim soyadımızdan sadece bir hece eksik: Ön. Herkesin kendi soyadını kullanmasından ve benzerlikten kaynaklı olarak, onların soyadına “Önlü” dedikleri daha çok oluyor... Her ikimiz de çocuk yaştan itibaren külliyat gibi çokça gerekçeyle fiziksel doğamızın doğal sürecini tamamlamama kararı aldık. Çocuk yapmadık, yapmayacağız da. Bütünle bir olmak babında evrendeki tüm varlıklara eşit mesafede olma hissiyatımız dünyanın tüm çocuklarına da aynı mesafede durmamızı sağlıyor. Emek verdiğimiz şeyleri ekstra sevebileceğimizi de biliyor ve bir varlığı sevmek için ön koşul olarak kan bağını salt gerekçe olarak görmüyoruz. O yüzden bir gün o sorumluluğun hakkını vererebilecek koşulları yakalarsak, kimsesiz kalmış bir çocuğa veya çocuklara hamilik yapılabilir.

 

İkizlik ekstra uzuv farkı

İkizliğimiz bizim için, insanın doğduğundan beri aynı anda iki elinin de varlığını benimsemesi gibi olağan bir olgu. Biz de ikizliği öylesine benimsemişiz ki, “gözleri doğuştan görmeyenler neler hissediyor ki?” diye empati kurmaya çabalayanlar gibi “ ikizi olmayanlar neler hissediyor” diye düşünüyoruz. O manâda ikizlik ekstra uzuv farkı gibi. Sanki diğer insanlardan farklı bir de kanatlarımız varmışta uçabiliyormuşcasına avantaj olarak görüyoruz. Bir bütünün ortadan ayrılmayı ve aynı anda yaşamayı başarmış, hem iki ayrı parçası, hem de hepsi gibi. Bu düşünce ve duygu pratiği aniden diğer insanlarla ya da canlı cansız tüm varlıklarla eterik, duygusal, zihinsel ve ruhani bedenlerimizin ortak varlığını hissetmemizi çok kolaylaştırıyor.

Doğuştan diğer büyük bir şansımız da üç ablamız ve bir abimizin en küçük kardeşleri olarak doğmamız. Annemiz biz doğmadan hediyelerimizi hazırlamış gibi sevinir, şükrederiz varlıklarına.

 

Hem ikizsiniz, hem aynı işle uğraşıyorsunuz, bu nasıl oldu?

Yaşama koşullarımız, ortamımız, genlerimiz, parmak izlerimiz bile o kadar aynıyken eğilimlerimizin de aynı olması kaçınılmazdı. Bir dünya ilgi alanımız olmasına rağmen en fark yaratan tutkumuz plastik sanatlar oldu. Çamur ve resim malzemeleri kendimizi bildiğimizden bu yana en sevdiğimiz oyuncağımızdı. Dolayısıyla büyüyünce güzel sanatlar okuyacağımız da baştan belliydi.

 

Bu mesleği, bu sanatı seçmenizin bir öyküsü var mı?

Abi ve ablalarımız sanat, spor, edebiyat gibi bir çok dalda yetenekli olmalarına rağmen tüm çalışkan başarılı çocukların yaşadığı hezimete uğradılar. Böylece hepsi de sayısal bölümlerde okudular. Biz iki kişi olduğumuzdan istediğimiz bölümlerde okumakta daha ısrarcı olabildik. Özellikle fizik okuyan ablamızın resim bölümünde okuma isteği içinde ukde kaldığı için bizi bu konuda çok desteklemişti. Babam Kütahya Tunçbilek’te oturmamıza rağmen sırf biz Dokuz Eylül Üniversite’sinde okumak istiyoruz diye evimizi İzmir’e taşımıştı. Bu konuda ailemizdeki herkes destek oldu bize.

Yaptığınız işten söz eder misiniz? Ne kadar zaman ayırıyorsunuz?

İşimiz biraz da feyz işi olduğu için bir program ve zamanlama dahilinde çalışmamız imkânsız gibi. Yaratmaya veya çalışmaya dair bir esrime geldi mi gündüz ve gecenin her saati mesaimiz olabiliyor. Kendimizi bildik bileli plastik sanatlarla iç içeyiz, ama üniversiteyle heykel, resim ve seramikten asla kopmayacağımız profesyonel atölye hayatımız başladı diyebiliriz. İstanbul ve İzmir’ de birer atölyemiz var. Böylece çalışma alanımız genişlemiş oluyor. Heykelle resim bizi enterese eden tüm konulara dair sessiz, somut, evrensel ve bakî dilimiz. Heykellerimizde genelde figüratif sürreal çalışmalar yapma eğilimimiz daha fazla. Resimlerimizse günlük gibi. O güne ve o anki ruh halimize göre deneysel ve bir çok tarzda çalışmamız mümkün.

 

Ne tür çalışmalarınız oldu bugüne kadar?

Kabaca özetlersek, heykellerimizi kişisel, karma sergilerler ve bazı müzayedelerde sergiledik. Bir kaç kitaba kapak olanları da oldu. Müzisyen, ney üstadı Mercan Dede ile heykel ve müziğin hemhâl olduğu keyifli bir sahne performansı gerçekleştirdik. Resimlerimizi de aynı şekilde karma sergiler ve bazı müzayedelerde sergiledik. Resimlediğimiz ve yaparken çok zevk aldığımız çocuk kitapları var. Seramikten heykel ve resmin adeta ortada buluştuğu epeyce rölyef çalışmaları yaptık.

Mesleğinizi uygularken evli olmanız zorluk yaratıyor mu? İşleri birlikte yürütebiliyor musunuz, eşiniz yardımcı oluyor mu?

Mesleğimizin evli olmaktan kaynaklı hiç bir handikabı yok. Aksine eşlerimiz de sanatla uğraştıkları için işimizde destekçiler. Hayatımızda ev atölye ayrımı diye bir şey pek yok. Evi atölye gibi kullanabildiğimiz gibi atölyeyi de ev olarak kullanabiliyoruz. Aramızda cinsiyetçi iş bölümüne dair tipik rol paylaşımları da olmadı hiç. Üniversitedeki ev arkadaşlığının bitmemiş hali gibi hayatlarımızı kolaylaştıracak şekilde destek olarak yaşıyoruz hâlâ.

 

Başka uğraşlara vakit ayırabiliyor musunuz?

Eğer bu mesleği seçmeseydik yine başka bir sanat dalı ya da spor dalını seçebilirdik. Meselâ çocukluğumuzda eşit güçler olarak kesintisiz her gün yarıştığımız için, çok rahat yüz metre koşucusu olabilirdik. Orta okulda basketbola lisedeyse voleybola kafayı takmıştık. Edebiyatı bir okur olarak çok sevdik hep. Edebiyata dair ertelediğimiz gelecek planlarımız hâlâ var. İlkokulda ritmik jimnastik dans grubundaydık, büyüdükçe halk danslarına merak sardık. Üniversite’de Bitlis, Bingöl, Kafkas oynadık bir ara. Müziğe ve sinemaya da çok düşkünüz. Bir sanat dalıyla uğraşınca en azından izleyici olarak başka disiplinlerden beslenmek kaçınılmaz. Sanatın yanında kuramsal disiplinleri de seviyoruz.

 

Hayat boyu eğitim

Lisede sosyoloji görmediğimizden içimizde ukde kalmıştı. Şu an her ikimiz de ikinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü son sınıf öğrencisiyiz. Sosyolojinin yaptığımız işi kuramsal olarak çok yerinde desteklediğini ve beslediğini düşünüyoruz. Sosyoloji bölümü bittikten sonra bir yıl ara verip antropoloji okumak gibi bir hayalimiz de var. Her meslekten herkesin sosyoloji okuması gerektiğini düşünüyoruz. Hayat boyu eğitim taraftarıyız.

 

Biraz da Petrol-İş’e yaptığınız rölyeften söz eder misiniz? Bir adı var mı? Kadın motifinin özel bir anlamı ya da öyküsü var mı? Neden kadın? Tasarım aşamasında neler düşündünüz, kompozisyon nasıl oluştu?

Rölyefin bir adı yok, yerine dair konuşursak; “Neden giriş?” Nasıl ki bir insanla ilk karşılaştığımızdaki ilk intiba o ilişkinin geleceği için belirleyiciyse bir mekana girince de geçerlidir bu. Mimarinin de bir ruhu vardır. Ve mekanla en belirleyici karşılaşmayı girişte yaşadığımız için aynı psikoloji ilk giriş için de geçerlidir.

 

İnsan ve mekanın olumlu enerjisini yükseltmek

Uzak Doğulular binlerce yıl doğayı ve kendileriyle beraber tüm canlıları gözlemleyip “feng-shui” kavramıyla bu birikimlerini pratik yaşamlarına yansıtabilmişlerdir. Bugün modern psikoloji de yaşam enerjisini daha sağlıklı aktive edebilmek için estetiğin ve sanatın hayatımızda fark yaratabilme gücünden istifade ediyor. Bizim de girişi seçmemizdeki amaç mekana giren herkesin estetik bir görselden ortak ve eşit istifade etmesini sağlayarak insanın ve mekanın olumlu enerjisini yükseltebilmektir.

Evet plâstik sanatlar bazen söylemle de desteklenip açıklanabilir ama önce kendi kendini anlatabilecek görsel diline kendi sahip olmalı. Bir heykelin, veya herhangi bir görsel eserin üstünden bin yıl geçince onu anlatacak bir kimse olmayacak yanında. O kendini anlatacak. Tabi bu rölyefin öyküsel bir anlatımı da olduğu için inceleyen herkes mânâsına dair ortak akıl yürütebilir.

Tasarım aşamasında neler düşündüğümüze dair sorunuzun cevabı da olabilir bu. Daha çok ekonomik, ya da pragmatik bir çok gerekçeyle mekanların çoğunda biraz da haklı olarak önce fonksiyonel çözümlemelere gidiliyor. Fakat diğer yandan insanın duygusal varlığını da hesaba katarsak, mimari tasarımda fiziksel kullanımın amaçlanmasının yanında psikolojik etkileşim elemanları eksik kalıyor. O yüzden her zaman yaşam alanlarımızda sanatsal çalışmalara ihtiyaç var.

 

Dengeyi sağlamak için görsel estetik desteği

Peki neden kadın? Temelde birbiriyle aynı yapıdaki iki cins zamanla her kültürde değişebilen sosyal normlar, gelenekler yüzünden kollektif belli eğilimler göstermeye yönelmişler. Bu rol dağılımında sanki erkek fonksiyonelliği, kadınsa estetiği temsil etmeye başlamış. Bu açıdan değerlendirirsek bir çok mekan ve kurum gibi sendika da çok eril gözüküyordu. Dengeyi bir nebze de olsa sağlayabilmek için dişil güç olarak görsel estetikle desteklenmesi gerekiyordu. O yüzden eski afişlerde sıkça rastladığımız sloganvari, kaslı erkek emekçi yerine kadın emekçi figürü kullanmayı uygun bulduk. Ama bu demek değil ki erkek figürü asla olmaz.

Kadın bugünü anlatıyor

Çalışmada konsantre olmuş bir uygarlık yolculuğu var. Bu yolculuğu tabİi ki sembollerle anlatmak mümkün. Nasıl ki bir edebi yazıt giriş gelişme sonuç diye plan plan çözümleniyorsa bir benzeri çalışma plastik sanatlarda da uygulanır.

1- Petrolün ilk oluşum safhasını düşünürsek petrol kulesi, at başı formları kısaca sanayi; geçmişi temsil ediyor. 2- Sanayi ile içiçe geçmiş kadın; bugünü anlatıyor. 3-Kadınla içiçe geçmiş güneş ve doğa ise arzulanan geleceği sembolize ediyor. Ve hep beraber uygarlığın aynası oluyorlar. Bu planlardaki sembolleri de yine detaylı çözümlersek; Doğal olarak doğada doğurganlığın ve estetiğin sembolü olarak kadını kullanmak uygun geldi.

 

Sendikalaşma sürecinde kadının görünmez rolü

Aynı zamanda avcı toplayıcı toplumdan, tarımı başlatarak yerleşik hayata geçişi de başlatan kadın emeğidir. Bu bir nevi uygarlığın da temelidir. Sanayi devriminin akabinde yine kadın ve çocuk emeği çok ciddi sorumluluklar üstlenmiştir. Dolayısıyla gözardı edilsin veya edilmesin emekçilerin sendikalaşma sürecinin içinde de her daim kadının görünmez rolü büyüktür. Tarım devrimini, insanın en kadim besini ekmeğin ve emeğin sembolünü başaklar temsil ediyor. Başaklar aynı zamanda yerleşik hayata geçişi ve uygarlaşmanın da temelini oluşturuyor. Kadının koltuk altında hamisini bulmuş ve el emeğinden çoğalmaya devam etmiştir. Bitimsiz, yenilenebilir enerji kaynağı olarak güneş, toprağı temsilen de kırlar sembol olmuştur. Doğurganlığın sembolü olan kadın arkasına sanayinin desteğini alarak yüzünü yenilenebilir enerji kaynaklarına dönmüştür. Kısaca istenirse teknoloji doğanın ve insanlığın lehine sağlıklı kullanılabilir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından mümkün olduğunca öncelikli istifade edilebilir.

 

Yapımı nasıl oldu? Ne tür aşamalardan geçti, ne kadar zamanınızı aldı, montaj sırasında zorluk yaşadınız mı?

Tasarım ve uygulama toplamda altı ayımızı aldı. 15 metrekarelik rölyef için 900 kilo şamotlu çamur tek tek elimizden geçti ve işlendi. Puzzle gibi parçalara bölerek kuruttuğumuz parçalar yüksek pişirimli seramik boyalarla boyanıp sırlandı. 1040 derece sıcaklıkta pişirildi. Herhangi bir şekilde kırılmadan muhafaza edildiği takdirde adeta ölümsüz bir malzemeye dönüştü. Rölyef panoyu oluşturan yaklaşık 700 parçanın her biri en az 15 kez farklı işlemler için elimizden geçti. İzmir’ deki atölyemiz daha büyük olduğu için çalışmayı İzmir’ de gerçekleştirdik. Ebatın büyüklüğü ve iskelede montajı bizi en zorlayan konulardan biri oldu.

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sendikadaki çalışma sürecimizde tüm başkanlar ve çalışanlar her şekilde destek oldukları için gıyaben tek tek teşekkür ederiz. Yapım sürecinde yaşadığımız bir çok soruna rağmen çalışmayı tamamlayıp, karşısına geçip bakmak yorgunluğumuzu hafifleten en rahatlatıcı andı
diyebiliriz.

 

Azime ve Azize Önlü kimdir, kendilerinden dinleyelim:

Tunçbilek’ de ikiz doğarak dört kardeşi altı yapmışız. Ezeli bir oyun sürecimiz oldu ve ebede kadar da gidecek. Annemizin karnında bile dünya macerası için oyun arkadaşıyla bekleşen fevkalâde şanslılardandık biz. İlk oyuncaklarımız dahi birbirimiz olmuşuz ki hiç öyle oyuncak bebek isteyen çocuklardan olmadık. Hatta oyuncak da istemedik. Hal böyle olunca birbirimizin bedenleriyle başlayan oyunlarımız yine en doğal malzemeler, çamur, taş, ahşap, kemik, kumaş, çer çöp ne varsa eklenerek büyüdü.

Okulla beraber hayatımıza ilk kez resim defterleri ve boyalar da girdi. Sevinç ve heyecandan ilk gün yarış halinde kocaman kabak gibi kafalar çizerek en fazla bir saat içinde tüm resim defterimizi bitirdik. Sağolsun öğretmenimizse istikbalde mesleğimiz olacak sanat eğilimimizi farketmek yerine hepsi pekiyi olan derslerimizin arasında tek resim dersimizden not kırmayı uygun buldu.

Belki de defter kullanmayı öğrenmek durumunda kalmak ilk sanatsal kısıtlanmamız oldu. Oysa varlık sebebimiz salt özgürlüğü deneyimlemek üzere kurgulanmıştı sanki. Bu konudaki hassasiyetimiz, kendimizi gerçekleştireceğimiz en isabetli alan olarak plastik sanatları işaret etti. Böylece benliğimizi bildik bileli en keyifli uğraşımız “oyun” hiç sekteye uğramadı. Hayal gücümüz, bedenimiz, aklımız birbirinden ayrışmadı. Çalışmalarımızda kullandığımız yöntem “oyun” kavramının hakkını verme çabasından başka bir şey değil. Oyunda samimiyet, gerçekdışılık, tatlı bir rekabet, zekâ, mücadele, hürriyet, keyif vs. birçok duygu açığa çıkar. Ve biz bulunduğumuz çağa tanıklığımızı, açığa çıkan bu oyun enerjisinin ruhuyla yapmaya meyil ettik. Belki de varoluşumuzun ağırlığını ancak bu işle ve bu şekilde sağaltabilmemiz mümkün.

Matematiği ve estetiği kusursuz bir evrende gözlerimizi açıyor ve büyüyoruz. Belki bilgi dağarcığımız, telaffuzumuz “güzel” i teorize edemese de aslında güzelin âlâsına yeterince içkindir. Zaten orana orantıya aşina gözümüz hakkı verilmiş bir sanat eserini hemen fark edecektir. O yüzden sanat eğitimi almış ya da almamış hiç kimse bir şeyleri elitize ederek en biricik variyetine estetik ve sanat görüsüne çekingen durup yabancılaşmamalı. Sanatçı da sanatsever de özellikle de hâlâ günümüz sanatında etkin; “kavramsal sanat” kavramının altında “kavrayamıyorum” ezikliğiyle kıvranmamalı. Herkes gerek üreterek, gerek izleyerek, gerekse kritik ederek bir şekilde sanatsal edime dâhil olabilir. Eser sadece yapım aşamasındayken üretene aittir. Ama sanatçı sergilemeye uygun görüp afişe ettiği andan itibaren gören bellek sayısı kadar başkalarına da aittir. Her yorumda, hatta her bakışta artık başka bir şeydir o. O yüzden tamamen yoruma açık bir meşgale içinde olan sanatçının üretirken birinci önceliği benliğinden dahi kopacak denli özgürleşmek olmalı. 

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 53, Eylül 2016)