Sendikalarda Erkek Egemen Kültürün

Tarihsel Kökenleri

 

Doç. Dr. Betül Urhan

Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü

 

Sendikalar kural olarak ücret karşılığında bir işverene bağlı olarak çalışanların örgütleridir. Ücretli çalışmanın toplumda baskın bir çalışma tipi olması ise kapitalizmle özdeştir. Kuşkusuz tarihin her döneminde ister mal karşılığı ister para karşılığı çalışma tipi mevcuttu. Ancak üretimin ve toplumsal ilişkilerin merkezine ücretli emeğin konulması belli bir tarihsel döneme denk gelir. Burada anlatmaya çalıştığım şey, ücretli emeğin her dönemde geçerli bir çalışma şekli olmadığı ve kapitalist üretim ilişkilerine özgü olduğudur. Gerçekten 18. yüzyılda kapitalist üretim için ihtiyaç duyulan "emek", anlamı itibarıyla "güç" gerektiren, piyasada alışverişe konu olan, mala değer katarak "zenginlik" üreten emekti. Bu durumda kadının evin içinde ailenin bakımı için harcadığı emek "kâr", "para" şeklinde somut bir karşılığı olmadığı için değersiz emek oldu. Kapitalizmde emeğin değerli ve merkezi olabilmesi için piyasada doğrudan alınıp satılabilir bir mal veya hizmet üretmesi gerekir. Bir örnek vermek gerekirse; evde çilek reçelini sadece aile üyelerinin yemesi için üretiyorsanız, somut bir üretim olmasına rağmen bu reçelin piyasa için bir değeri yoktur. Ancak eğer bu reçeli pazarda satmak için üretiyorsanız, yani alışverişin konusu ediyorsanız o zaman piyasa için bir anlam taşır. Zenginliğin üretilmesine doğrudan katkısı yoksa ne nesnelerin ne de emeğin yarattığı değer, şirketlerin ve ülkelerin gelir hesabına dâhil edilmez. Bu nedenle kadınların çocuklarının, kocalarının ve diğer aile üyelerinin bakımını ve iyiliğini sağlamak için (yemek, ütü yapmak, bulaşık, çamaşır yıkamak, çocuk doğurmak, çocuk, yaşlı, hasta bakmak vb.) karşılıksız olarak harcadığı emek kapitalist toplumlarda değersiz olarak görülür. 18. yüzyılda da kadının (bugün pek çok ülkede halen yaşandığı gibi) esas görevinin, evinin kadını olarak eve, evdeki çocuklara ve evin yaşlılarına bakmak olduğu kabul ediliyordu. Bu nedenle, kadınlar evde karşılıksız olarak harcadıkları emeğin yanında ücretli olarak da çalışmalarına rağmen, "ücretli emek" erkeklerle özdeşleştirildi. Değerli sayıldı. Kadınların alışverişin konusu olmayan "karşılıksız emeği" ise, erkeklerle özdeşleşen "ücretli emeğin" karşısında önemsiz, ikincil sayıldı. Bu durum kadınlarla erkeklerin evdeki, toplumdaki, sendikalardaki konumunu belirleyen önemli bir unsur oldu. Her şeyden önce toplumsal ilişkiler ve düzenlemeler, kadını evde bakım işini üstlenecek, erkekler ise dışarıda çalışarak ailenin geçimini sağlayacak şekilde yeniden kurgulandı. Bu iş bölümü kadının emek piyasasındaki konumunu ve yaptığı-yapabileceği işleri belirlemenin de zeminini oluşturdu.

 

Kadınlar vasıfsız işlere hapsedildi

Örneğin kadınlar, öteden beri ev içinde yapmış oldukları işlere, vasıf gerektirmeyen üretim dallarına ve ikincil konuma adeta hapsedildi. Bu süreçte kadın emeği belli işlerle özdeşleştirildi ve ucuz emek olarak tanımlandı. Tarihteki ilk sendikalar, kadınlara kapalı, erkeklerle özdeşleştirilmiş sektörlerde ve erkekleştirilmiş işyeri kültürünün hâkim olduğu işyerlerinde örgütlendi.

Sendikal hareket de toplumsal olarak kurgulanan cinsiyete dayalı işbölümünü benimsedi. Başka bir ifade ile sendikalar da erkeği aile reisi olarak tarif etti. Politikaları erkeğin dışarıda çalışarak eve ekmek getirdiği "geçim stratejisi" üzerinden kurgulandı. Böylece erkeğin ücretli çalışması bir kural, kadının çalışması ise kuraldışı olarak algılandı.

Kadın emeğinin ucuz emek olarak tanımlanması 19. yüzyılda çeşitli yollarla resmileştirildi ve kurumsallaştırıldı. Kuşkusuz siyasal iktisatçıların teorileri ve işverenlerin açıkça cinsiyete göre ayrılan bir işgücü yaratmaya dönük tercihleri bunu sağlamakta önemli roller oynadı. Ancak erkeklere ait sendikaların büyük bir kısmının politikaları da, üretici olarak kadın işçilerin düşük değerini doğru kabul etti ve bu "olguları" etkili bir biçimde doğallaştırdı.

 

Sendikalar erkek örgütü olarak şekillendi

19. yüzyılda erkeklerin bir örgütü olarak şekillenen sendikalar, kadınların emek piyasasına ücretli olarak katılımına ve sendika üyeliklerine karşı koydular. Kadın işçileri güvenilir bulmuyorlardı. Sendikalara göre kadınlar "ücretleri düşüren rakipler"di. Örneğin Amerikalı matbaacılar 1860’larda kadın rakiplerin çalıştırılmasına karşı koydular. Bu sendikacılara göre kadınların çalıştırılması, kapitalistlerin ücretleri düşürmek için kullandığı bir yoldu. Kadınları ve erkekleri bugünkü kölelik düzeyine indirmek için "kadını uygun alanından" kandırıp çıkartan "kapitalistlerin son dalaveresi"ydi. Aslında bu ifadeyle sendikaların da ücretli çalışmanın gerçek aktörünün erkek olduğunu varsaydıkları ortaya çıkıyordu.

Gerçekten 19. yüzyılda özellikle Batı Avrupa’da kadınların kitlesel olarak emek piyasasına ücretli olarak dâhil olmalarının en önemli nedeni, sendikacıların ileri sürdüğü gibi işverenlerin ücretleri düşürme stratejisiydi. Ancak erkek sendikacıların çok büyük bir bölümü işverenlerin bu stratejisine karşılık olarak işçi kadınlarla ittifak yapmak seçeneğini kullanmadılar. Bunun yerine, kadınların ücretli çalışmasına karşı koyarak engellemeye çalıştılar. Böylece ücretlerini koruyabileceklerini düşündüler. Çünkü sendikal hareket kendisini büyük ölçüde erkek görüyordu. İşverenlerin kandırarak evlerinden çıkarttığı kadınları, kendilerine daha uygun bir alan olan "eve" geri göndermek gerekiyordu. Nitekim 1879’da İşçilerin Marsilya Kongresi’nin Fransız delegeleri, birkaç istisna hariç ev kadınını öven bir tutumu benimsediler. Bir kadının doğru yerinin atölyede ya da fabrikada değil, evde, ailenin içinde olduğuna inandılar. 1877’de ise Henry Broadhurst İngiliz Sendikalar Kongresi’nde "karıların geçim parası için dünyanın büyük ve güçlü erkeklerine karşı rekabete sürüklenmek yerine evdeki uygun yerlerinde kalmalarını sağlayacak koşulları yaratmak için ellerinden geleni yapmalarının erkek ve koca olarak sendika üyelerinin görevi olduğunu" anlatacaktı.

Bu dönemde kadınların ücretli çalışması yalnızca ücretleri düşüren ve erkekleri ucuz emek karşısında zor duruma sokan bir rekabet unsuru olarak görülmedi. Evinin kadını olarak eve, çocuklara, evdeki hasta ve yaşlılara bakmakla "görevli" bir konumda olan kadının evin dışına çıkması, hem toplumun aile kalıplarını hem de geleneksel kadın-erkek ilişkisinin bozuyor olması nedeniyle erkekleri korkuttu. Çünkü "çalışan kadınlar tam da kendi kadınlarıydı ve "iki efendiye hizmet" edemezlerdi. Kadınlar erkeklerin işini yapmakla "sosyal olarak cinsiyetsiz" olabilirlerdi. Evin dışında para kazanmaya çok fazla zaman harcarlarsa kocalarını iktidarsızlaştırabilirlerdi. Kuşkusuz bu varsayımlar, bugün de kadın emeğinin evrensel denebilecek kimi özellikler kazanmasına neden olan sonuçları yarattı.

Örneğin annelik ve evcimenlik kadınlıkla eşitlendi. Bu görevler kadınların emek pazarındaki konumunu ve ücretlerini açıklayan özel ve öncelikli kimlikler sayıldı. Çalıştırıldıkları işler, fiziksel yeteneklerine ve doğuştan üretkenlik düzeylerine uygun olduğu varsayılarak kadın işi olarak tanımlandı. Bu söylem kadınların bazı işlerde kümelenmesine, bazılarından dışlanmasına, ücretlerin asgari geçim düzeyinin altında saptanmasına neden oldu. Her mesleki hiyerarşinin her zaman en dibine yerleştirildiler.

 

Cinsiyete dayalı işbölümünün kurumsallaştırılması

Sendikalar da politikaları ve uygulamaları yoluyla emek piyasasında görülen cinsiyete dayalı işbölümünü kurumsallaştırdılar. Kadınları sendika üyeliklerinden ve erkeklerin baskın olduğu, vasıf gerektiren işlerden dışladılar. Kadın işçiler erkek işçilerden daha az ücret alıyorlardı. Sendikaların hedefinin kadınlar için "eşit ücret" olması beklenirdi. Ancak sendikalar böyle bir hedef koymak yerine, erkek meslektaşlarıyla ancak eşit ücret almaları durumunda sendikaya üye olabilecekleri koşulunu getiriyorlardı. Oysa bu koşulu sağlayabilecek kadın sayısı bu dönemde enderdi. Zaten bu politika kadın işinin erkek işi kadar değerli olmadığını ve dolayısıyla hiçbir zaman eşit ücret verilemeyeceğini de varsaymaktaydı. Bu varsayım döneme hakim olan erkekler ile kadınlar arasındaki ücret farkının "doğal" olduğuna ilişkin anlayışı onaylamaktaydı.

Birçok engellemeye ve yasaklamaya rağmen kadınlar, kendi sendikalarını kurdular, karma sendikaların grevlerinde ve yerel sendikalarında aktif oldular. Ancak kadınların sendika üyelikleri oldukça düşüktü. Daha çok kadın işi olarak tanımlanan tütün, tekstil, giyim gibi sektörlerde örgütlenebildiler. Kadınların pasifliğinden yakınan sendikalar, kadınlar arasında sorumluluğu geliştirmek için hiçbir şey yapmadılar. Kadınların çok azı sendika temsilcisi, delegesi veya yöneticisi olabildi. Kadınların işgücünün üçte ikisinin oluşturduğu tütün ve kibrit gibi sektörlerde bile pek çok sendika görevlisi erkekti.

Bu ilk tepkilerin ardından sendikalar kadın işgücü karşısında bir ikilemle yüzyüze olduklarını fark ettiler. Öncelikle erkek sendikalar kadın işgücünü ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını anladılar. Ardından, kadınların sendikalardan dışlanmasının stratejik olarak çıkarlarına ters olacağını fark ettiler. Çünkü işverenler bu sefer sendikal güçten yoksun ve örgütsüz olan kadınları istediği şartlarda ve çok daha ucuza çalıştırıyordu. Erkek işçi sınıfı ucuz bir işgücü olan kadını istenmeyen bir rakip olmaktan çıkarmalı, sermayeye karşı sadık bir müttefike dönüştürmeliydi. Sendikal hareket bundan başka bir çarenin olmadığını geç de olsa kavradı. Kadınların sendikalara girişlerini reddetme ve onları üretim faaliyetinden dışlama yerine, kadınların sendikalara üye olması için çaba göstermeye başladılar. 1920’lere gelindiğinde sendikalar, Avrupa ve ABD, Avusturalya, kısmen de Asya’da milyonlarca kadın üyeye sahipti.

 

Açıkça ifade edilmese de ayrımcılık sürüyor

Kuşkusuz izleri sürse de günümüzde kadınları üyelikten ve sendikal temsilden dışlamaya yönelik düşünceler açık bir şekilde ifade edilmiyor. Ancak toplumsal cinsiyete dayalı güç ilişkilerinin ve yukarıda ifade ettiğimiz ilk sendikalarda yaygın olan varsayımların sendikal yapı, kültür ve bilinci etkilemeye ve belirlemeye devam ettiğini söyleyebiliriz.

Etkinlik dereceleri farklı düzeylerde olsa da günümüzde gelişmiş ülke sendikalarının birçoğunda (çok sınırlı da olsa Türkiye’deki sendikalarda) kadın üyelere yönelik özel düzenlemeler yapılmıştır. Ancak söz konusu düzenlemelerin sonuçlarının hayal kırıklığı yarattığı söylenmelidir. Kadınların sendikalarda üyelik payları artmasına rağmen, ulusal düzeyden şubelere kadar hemen her düzeyde faaliyetlere katılım oranları genellikle üyelikleri ile orantılı değildir ve erkeklerden düşüktür. Özetle sendikalar ısrarla erkek egemen örgütler olmaya devam ediyor.

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 57, Şubat 2018)