• industriAll global
  • industriAll europe
  • Retun See
  • Petrol-İş Kadın Dergisi
Belgesel: Petrol-İş Tarihi

Kamu TİS'lerinde anlaşma

Kamu kesimi toplu iş sözleşmelerinde 7 Temmuz tarihinde anlaşma sağlanması sonrasında Mustafa Öztaşkın Kanal B Televizyonu Güncel Programı'nda Emre Saklıca'nın sorularını yanıtladı.

KANAL B TELEVİZYONU
07.07.2009
Türkiye genelinde 250 bin, sendikamız üyesi 6 bin 400 kamu işçisini ilgilendiren kamu kesimi toplu iş sözleşmelerinde 7 Temmuz tarihinde anlaşma sağlandı. Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın, Türk-İş ile Hükümet arasında imzalanan “Çerçeve Anlaşma Protokolü”nün Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'na göre hukuki bir geçerliliğinin ve hiçbir yaptırımının olmadığını belirterek,  “Bu çerçeve protokolünden sonra her sendika her işyeri için tekrar masaya oturacaktır ve uyuşmazlıkta olan konularının hepsini yeniden görüşmeye başlayacaktır” dedi.
 
Protokolün sadece ve sadece tavsiye niteliğinde olduğunu, dolayısıyla TİS prosedürlerinin kamudaki her işyeri için ayrı ayrı, ilgili sendika, ilgili kamu işveren sendikası ve ilgili  şirket yöneticileri, genel müdürlükler arasında yürütüleceğini söyleyen Öztaşkın “Toplu iş sözleşmesi sadece ücretten oluşmaz. TİS'lerde ortalama 80-85 madde vardır. Ücret bölümü bunun 3-5 maddesini ancak oluşturur” diye konuştu.
 
Çerçeve Anlaşma Protokolü'nün imzalanmasından sonra Kanal B Televizyonu Güncel Programı'nda Emre Saklıca'nın sorularını yanıtlayan Öztaşkın şunları söyledi:
 
“Çerçeve Protokolü imzalandı ama bunun imzalanması sözleşmelerin Petrol-İş tarafından bitirildiği anlamına gelmiyor. Biz her işyeri için yeniden masaya oturacağız. Kamuda örgütlü olduğumuz TPAO, BOTAŞ, MKEK, ETİBOR, TMO Afyon Alkoloid işyerlerimizle ilgili olarak kamu işveren sendikasıyla yeniden masaya oturacağız. Bu işyerlerimizdeki taleplerimizi bir kez daha yenileyeceğiz. Genel Çerçeve Protokolü'nde yazılı ücret ve sosyal haklardaki artışları kabul ettiğimizi ama bunun dışındaki taleplerimiz yerine gelmediği takdirde TİS'i imzalamayacağımızı bir kez daha ifade edeceğiz. Bu taleplerimiz gerçekleşmediği takdirde de kendi çapımızda yani Petrol-İş bünyesinde ve kendi işyerlerimize özgü bir eylemlilik sürecini yeniden ortaya koyacağız.”
 
Güncel Programı'nın tam metnini veriyoruz: 
 
Sayın Öztaşkın, 7 Temmuz'da kamuda bir saatlik iş bırakma eylemi yapıldı ve ardından da anlaşma sağlandı. Bu programda toplu iş sözleşme sürecindeki görüşmeleri değerlendirmek istiyoruz. Siz neler talep ettiniz? Türk-İş neler talep etti? Hükümet ne verdi?
 
Toplu iş sözleşmesi süreci aslında Türk-İş ve sendikalar açısından 2008'in Ekim ayında başladı. Ekim ayında yaptığımız değerlendirmede, ağırlıklı olarak Ocak 2009,  Şubat, Mart, hatta Nisan ayına kadar yürürlük tarihi olan toplu iş sözleşmeleri vardı. Bir toplu iş sözleşmesine, müzakerelere başlayabilmek için 120 gün önceden müracaatta bulunmak gerekiyordu. Dolayısıyla kriz, krizin etkilerinin 2009'da daha da artacağı ve yerel seçimlerden önce siyasi ortamı da işçiler lehine kullanabilmek için en önce toplu iş sözleşmelerinin bitirilmesi, daha doğrusu genel çerçeve sözleşmesinin imzalanması yönünde bir strateji çizildi. Ve Ekim ayında yaptığımız toplantıda biz stratejiyi bu şekilde çizip taleplerimizi de ortaya koyduk. Taleplerimizden birincisi şuydu; nedeni olmadığımız krizin bedelini ödemek istemiyoruz, temel sloganımız bu olmalı ve bu doğrultuda kazanılmış haklarımıza yönelik, başta kıdem tazminatı olmak üzere el uzatılmasına kesinlikle karşı çıkacağız dedik. TİS'lere İş Yasası'nın esnek çalışma hükümlerini içeren  hükümlerinin hiç birinin monte edilmemesi için karşı duracağız, ücretlerin reel olarak artırılması konusunda da rakamsal taleplerimiz olacak şeklinde taleplerimizi belirledik.
 
Bunun yanında kamu işyerlerinde ilk giriş ücretleri çok düşüktür. Bu konu maalesef yeterince çözülemedi. Kamuda ilk giriş ücretinin en düşük memur ücretiyle eşitlenmesini istedik ve işyerlerinde son 10 yıldır düşük ücretle işçi alımından kaynaklı ücret dengesizliklerinin giderilmesine yönelik taleplerimizi 7 başlık altında sıraladık. Bunlar Hükümete sunuldu. 29 Mart yerel seçimlerinden önce bu TİS'lerin en azından genel çerçeve protokolü düzeyinde bitirilmesi hedeflendi ama 29 Mart seçimleri öncesi maalesef ortaya koyduğumuz hedefe ulaşamadık. TİS'ler seçim sonrasına kaldı.
 
29 Mart seçimlerinden sonra da Hükümette yapılan revizyon ve sözleşmelerden sorumlu ilgili devlet bakanının değişmesi, yeni gelen bakanın tabii ki görevine adaptasyonu ve sorunlara hakim olma süreci de  zaman aldı.  Dolayısıyla nihayet 7 Temmuz'da bu TİS'ler bitirilebildi.
 
Bu anlaşma sizi tatmin etti mi?
 
Tabii ki gerçek anlamda işçilerin alım güçlerinin yükseltildiğini söyleyemeyiz. “Ama günümüzün koşullarında bu rakamlar daha fazla yukarı çıkabilir miydi veya çıkarsa bu rakamlar hangi koşullarda çıkardı, nasıl bir mücadele gerekiyordu, bunun bedeli ne olurdu, yaptırımları ne olurdu?” Tüm bunların da değerlendirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla  geldiğimiz noktada, bugün bu rakamlar, altına imza konması gereken rakamlardı.
 
Grev süreci bitti mi? Bundan sonra ne olacak?
 
Grev süreci tabii ki bitmedi. Çünkü imzalanan protokol bir çerçeve protokolü ve sözleşmelerde referans alınabilecek tavsiye niteliğinde bir protokoldür. İmzalanan protokolün aslında Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu'na göre hukuki bir geçerliliği ve hiçbir yaptırımı yoktur. Sadece ve sadece tavsiye niteliğindedir. Dolayısıyla TİS prosedürleri kamudaki her işyeri için ayrı ayrı ilgili sendika, ilgili kamu işveren sendikası ve ilgili  şirket yöneticileri, genel müdürlükler arasında yürütülmektedir. Ve bu çerçeve protokolünden sonra her sendika, her işyeri için tekrar masaya oturacaktır ve uyuşmazlıkta olan konularının hepsini yeniden görüşmeye başlayacaktır. TİS sadece ücretten oluşmaz. TİS'lerde ortalama 80-85 madde vardır. Ücret bölümü bunun 3-5 maddesini ancak oluşturur.
 
Biz kamu işveren sendikasıyla ve ilgili şirket yöneticileriyle masaya tekrar oturacağız. Tabii ki ücret ve sosyal hak artışlarında bu protokolü referans alacağız. Ama diğer maddeleri tek tek konuşacağız. Eğer o maddelerde anlaşma olmaz ise bu sözleşmeleri imzalamayı düşünmüyoruz.
 
Dolayısıyla grev uygulama kararı alan bir sendika bu süreci devam ettirecektir. Ki ilk grev uygulama kararı Makine Kimya Endüstrisi işyeri için Türk Metal Sendikası tarafından alınmıştır.  Örnek vermek gerekirse Türk Metal Sendikası bu görüşmeleri 30 Temmuz'a kadar yürütecektir. Eğer bir anlaşmaya varamaz ise -ücret ve sosyal hak artışları maddeleri dışında- grev uygulamasını bu işyerinde başlatacaktır. Aynı şekilde bizim de Makine Kimya Endüstrisi'nde örgütlü olduğumuz iki işyeri vardır. Biz de anlaşamazsak 7 Ağustos tarihinde MKE işyerlerinde grev uygulama kararını başlatacağız. Dolayısıyla 7 Temmuz'da imzalanan protokol grev uygulama kararlarının ortadan kalktığı anlamına hukuken gelmiyor.  Ayrıca grev hakkı olmayan işyerlerinde de yine masaya oturacağız. Örneğin sendikamızın örgütlü olduğu TPAO'da, BOTAŞ'da grev hakkımız yoktur. Ancak bu işyerlerinde sorunlarımız çözülmezse çeşitli etkinliklerle, eylemlerle biz bu süreci devam ettirmek istiyoruz.
 
Yine bizim ücret dışında taleplerimiz var. Mesela yıllardır Dünya Bankası, IMF politikaları sonucu  kamuya düşük ücretle işçi alındığı için eski işçiyle yeni işçi arasında ücret uçurumları oluştu.  Aynı işi yapan, aynı tahsile, aynı kalifikasyona sahip işçiler arasında inanılmaz diyebileceğimiz ücret farklılıkları oluştu. Dolayısıyla bu ücret dengesizliklerinin giderilmesi ve ücretler arasında  bir oransal dengenin olması için biz başından beri tavrımızı ortaya koyduk. Sendika olarak, bu TİS'lerde olmazsa olmazımız, bunların giderilmesi, düzeltilmesi dedik. Dolayısıyla biz masaya tekrar oturacağız. Genel Çerçeve Protokolü'nde yazılı ücret ve sosyal haklardaki artışları kabul ettiğimizi ama bunun dışındaki taleplerimiz yerine gelmediği takdirde TİS'i imzalamayacağımızı bir kez daha ifade edeceğiz. Bu taleplerimiz gerçekleşmediği takdirde de kendi çapımızda yani Petrol-İş bünyesinde ve kendi işyerlerimize özgü bir eylemlilik sürecini yeniden ortaya koyacağız. 
 
Pazarlıklar içeride nasıl geçti, nasıl bir hava vardı?
 
Aslında başından beri hükümet 'Biz ücret zammı için referans olarak 2009 yılında tahminen gerçekleşecek enflasyonu baz alırız' dedi. Hükümetin ve Merkez Bankası'nın de tahminleri yüzde 5.5-6 bantındaydı. Dolayısıyla Hükümet, “Biz, 2009 yılı ücret artışları için tahmini enflasyonu yani yüzde 6'yı, ilk birinci altı ay için yüzde 3, ikinci altı ay için yüzde 3'ü veririz”dedi. Sendikalar ise enflasyon ile ilgili bir referans alınacaksa bunun gerçekleşmiş enflasyon olması gerektiğini ve iki kriterin baz alınabileceğini bildirdi. Birincisi, bunun yıllık bazda ele alınabileceğini, dolayısıyla 2008 yılında gerçekleşen 10.06'lık bir enflasyon oranının, yıllık tek kalemde işçilerin ücretlerine yansıtılmasını istedik.
 
Eğer 6'şar aylık dilimler halinde olursa bunun için de iki seçenek talep edildi; “2008 yılının son 6 ayının gerçekleşen enflasyonu 3.84'tür. 3.84'ü referans alıyoruz ve bunun üzerine 2 puanlık bir refah artışı istiyoruz” dedik. Çünkü bütün TİS'lerde refah artışları genelde birinci yıl zammı veyahut da birinci 6 ay zammında olur. Ondan sonraki dilimlerde de enflasyon artı 2 puan istemiştik. Ama Sayın Başbakan, Sayın Bakan, ısrarla birinci 6 ayın düşük tutulmasını, refah artışının ikinci 6 ayda verilebileceğini ifade ettiler. Aslında 7 Temmuz'daki anlaşmaya baktığımız zaman refah artışı gerçek anlamda ikinci 6 ayda geldi. Şöyleki; 2009 yılının Ocak-Haziran dönemine ilişkin birinci 6 aylık gerçekleşen enflasyon oranı TÜİK tarafından açıklandı, bu da 1.83 idi. Dolayısıyla 2009 yılının ilk altı ayında 1.83 olarak gerçekleşen enflasyon yerine ücret zammı olarak yüzde 5.5 alındı. Dolayısıyla 3.67'lik bir refah artışı orada sağlandı. Ama ilk 6 aydan alamadığımız, 0.84'lük bir bakiyeyi de düştüğünüz zaman ücretlerde, 2009 yılı için enflasyonun üzerinde, yüzde 2.5 oranında bir refah artışı sağlanmıştır.
 
Görüşmelerde temel kurgular bunlar üzerineydi.Tabii ki bunlar kamuoyuna yansıtılırken çok iyi şekilde anlatılamadı, izah edilemedi. Kamuoyunun kafasında da ciddi karışıklıklara neden oldu. Bunun ötesinde de tabii ki vergi meselesi vardı. O talebimizden de vazgeçmiş değiliz. Hükümet, vergi matrahlarında ve vergi dilimlerinde yaptığı değişiklerle sabit gelirlilerin vergilerini bir yerde artırdı. Öyle bir sistem kuruldu ki sabit gelirliler azalan gelirliye doğru dönüştü. Çünkü yılbaşında aldığınız net ücretle yıl sonunda aldığınız net ücret arasında yüzde 6'lık bir fark  oluştu. Bunun da telafisini istedik. Yasa değişikliği yapılmasını istedik. Bu konuda ısrarcı olduk. Bu konuyla ilgili herhangi bir söz verilmedi ama burada Türk-İş'in, sendikaların bu yasal düzenlemenin yapılması talebinden vazgeçtiklerini söyleyemeyiz. Tam aksine önümüzdeki günlerde vergi sisteminde, 2010 Bütçe görüşmeleri yapılırken, özellikle bu düzenlemelerin yapılmasını talep edeceğiz. Hatta Ağustos ayında memurların, kamu çalışanlarının toplu görüşmeleri başlayacak. Bu süreçte işçi sendikalarıyla memur sendikaları Eylül, Ekim ayı gibi bütçe görüşmelerinin yapıldığı dönemde bu taleplerini ısrarlı bir şekilde ortaya koyacaklar. Bu sabit gelirliden azalan gelirli olma durumunun ortadan kaldırılması için politikalarımızı ısrarlı bir şekilde ortaya koyacağız.
 
Hükümetin bu süreçte işçiye yaklaşımı nasıldı?
 
Hükümetin işçiye yaklaşımını, AKP iktidarının 7 yıllık iktidarıyla değerlendirmek lazım. Ne yazık ki 7 yıllık uygulamalara baktığımız zaman olumlu bir yaklaşım yok. AKP iktidarı, Dünya Bankası, IMF politikaları ve özellikle de işverenlerin istekleri doğrultusunda sürekli olarak çalışanların ellerindeki kazanılmış hakları almayı hedefleyen bir politika ortaya koymuştur. 
 
Sosyal güvenlikte emekliliği zorlaştıran ve sosyal güvenliği ticarileştiren uygulamalar yapıldı. SSK hastaneleri devredildi. Esnek çalışmaya ilişkin hükümler yasalaştırılmıştır. Ayrıca İstihdam Paketi adı altında ucuz, esnek ve güvencesiz bir iş gücü yasalaştırılmıştır. Özel istihdam büroları aracılığıyla da Türkiye'de kiralık işçi dönemini başlatmışlardır. AKP'nin iktidar olduğu 7 yıllık süreç içinde, gerek işçilerin gerekse memurların, bir bütün olarak çalışanların, 2.5 - 3 milyon çalışanın ücretlerinde yaklaşık yüzde 32 oranında  reel gerileme olmuştur.
 
Dolayısıyla Hükümetin çalışanlara bakış açısı sadece bugün değil, dün de böyleydi. Aslında dünkü bakış açısını bugünkü sözleşmelere yansıttılar. Başbakan Erdoğan'ın sözde kendine göre rest çekmesi de bunu içeriyordu. Ama Başbakan rest çektiğiyle kaldı, kendi silahıyla vuruldu. Daha önce bu yöntemi kamuoyunda epey ilgi görüyordu, destek buluyordu. Ama bu sefer bu desteği bulamadı. Çünkü kamudaki işçilerin ücretleri gerçekten de geriledi. İki nedenle geriledi. Bir kere 2001'de büyük bir kriz yaşandı. 2003'te o krizin etkileri devam etti. 2005'te ancak enflasyon oranında zamlar alınabildi. Dolayısıyla bu  üç dönem TİS'lerde hep enflasyonun altında zamlar alındı. Sadece 2007 TİS'lerinde yüzde 1, 1.5 oranında reel ücretlerde artış oldu.  Bunları dikkate aldığınız zaman kamudaki ücretler düştü. Ayrıca eski, emekli olan işçiler yüksek ücretliydi, onların yerine de kamuya düşük ücretle işçi alındı. Böylelikle kamuda ücret ortalaması düştü ve bu rakam öyle sanıldığı gibi büyük bir rakam değil. Aylık, çıplak, brüt ücret kamu işçilerinde bugün ortalama 1600 liradır. Bunun neti ise yani vergisini, sigortasını, işsizlik primini v.s  düştüğünüz zaman 1100 - 1150 liradır. Yani bugün kamudaki 270 bin işçinin ortalama net ücreti  1100-1150 liradır. Buna ikramiyeleri de eklediğinizde bu rakam yıllık ortalamada net 1500-1600 liraya gelecek bir rakamdır.
 
Kaldı ki sayıları çok az da olsa kamuda asgari ücretle çalışan işçi vardır. Ve 1100 liranın - 1100 lira bandı kondu -   altında çalışan tam 14 bin kamu işçisi vardır. Bu 1100 liranın da net rakamları 700-750 lira civarındadır. Demek ki kamuda 700-750 lira alan da var, 2000 lira alan da var. Ama bunların ortalaması 1100 liradır. Dolayısıyla bu düşen ücretler kamuoyunda Sayın Başbakan'ın ortaya koyduğu tepkinin veya refleksin doğru olmadığını da kanıtladı. Ve kamuoyundan, basından kamu işçisine bu anlamda ciddi şekilde destekler alındı. Özellike son yıllarda, 7-8 yılda kamu işçileri en büyük desteği aslında bu dönem aldı.
 
 
Özel istihdam bürolarıyla  kiralık işçi çalıştırılması gündemde. Özel istihdam büroları nedir, bu yasa ne getiriyor? İşçi -  işveren için ne gibi sonuçları olacak bu yasanın?
 
Bu yasa çok önemli. Hatta kamu TİS'lerinden çok daha önemli bir düzenlemedir. Özel istihdam büroları önümüze pat diye bugün gelmedi. Aslında 2004 yılında AKP Hükümeti bir düzenleme yaparak özel istihdam büroları kurulması hakkında bir yönetmelik çıkardı. Bu yönetmeliğe göre özellikle nitelikli  işçilerin özel istihdam büroları tarafından temin edilebileceği  öngörüldü. Bir yerde de İşkur'un  yerine, devletin resmi kurumunun yerine ikame edilebilecek bir şekilde özel bir iş bulma kurumu gibi görüldü bu bürolar.
 
2004 yılından beri özel istihdam büroları çalışmaktadır. Ancak 2004 yılındaki yönetmelikte özel istihdam büroları sadece ihtiyacı olan işyerlerine işçi temin ediyordu ve hatta öneriyordu. Ancak işçiyle anlaşmayı, sözleşmeyi birebir olarak işveren yapıyordu ve özel istihdam bürosu devreden çıkıyordu. Yani özel istihdam bürosunun görevi işçi bulma kurumu gibi işyerlerine işçi önermekti. Anlaşmayı veya işe alımı işveren yapıyordu. Şartları, ücreti herşeyi işveren belirliyordu. Şimdi geçtiğimiz günlerde çıkarılan ve şu anda Cumhurbaşkanı'ndan onay bekleyen daha doğrusu veto beklediğimiz yasanın içeriği ise yukarıda söylediğimiz özden tamamen  değişiktir. İşçiyi, özel istihdam bürolarının kendisi istihdam edecek, ihtiyacı olan işyerlerine bu işçileri kiralık olarak verecekler. Bu işçilerin ücretleri, kıdem tazminatları, ihbar tazminatları, yıllık izinleri v.s her türlü hakları özel istihdam büroları tarafından ödenecek. Böylelikle işverenlerin üzerindeki  sözde kıdem tazminatı gibi yükler ortadan kalkmış olacak. İşverenler özel istihdam bürolarına işçi başına belirlenen komisyonu ödeyecekler. İşverenler işçiyle herhangi bir iş akdi yapmayacaklar. İşverenlerin işçilerin kıdem, ihbar tazminatları gibi yükler veya vergiler gibi sorumluluğu olmayacak. Ücretlerinin ne olacağına işverenler karışmayacak. Servis, yemek vs. bunların hiç birine işveren karışmayacak. İşveren sadece özel istihdam bürolarına işçi başına, aralarında belirledikleri miktar doğrultusunda komisyon ödeyecekler. Bunun anlamı çağdaş köleliktir. Bunun anlamı, işçi simsarlığının, 18. yüzyılda sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ve o günün koşullarında, işverenlerin işçi bulamadığı koşullarda oluşan işçi simsarlığının, 200 yıl sonra tekrar Türkiye'ye getirilmesidir. 
 
Yani daha önce sokak başlarından, mahallelerden, kahvehanelerden toplanan işçiler şimdi özel istihdam bürolarından toplanacak ve bu işçilerin hiçbir güvencesi olmayacak. Özel istihdam büroları ile ilgili Kanuna baktığımız zaman özel istihdam bürolarının yerine getirmesi gereken bir tane temel şart var.  Bu büroların kurulmasında başka şartlar da var ama dikkate alınabilecek bir tek temel şart var;  yani 20 bin lira teminat yatıran özel istihdam bürosu kurabilecek. Bunun dışında başka şart yok. Peki bu işçilerin ücretlerinin ödenip ödenmediği, tazminatlarının yatıp yatmadığı, yıllık izinlerinin kullandırılıp kullandırılmadığı denetlenebilecek mi? Hayır, böyle bir şey yok. Bu işçiler sendikalı olabilecekler mi, haklarını arayabilecekler mi? Hayır, böyle bir şey de yok.
 
Böylelikle kayıt dışı istihdam yaygınlaştırılıyor. Çünkü özel istihdam bürosunun amacı sadece ve sadece işçi başına kar etmektir. Peki  özel istihdam bürosunun amacı kar etmek olduğuna göre bunları kontrol eden bir takım denetleme mekanizmaları da
kurmadığınıza, kurmayacağınıza göre bu işçiler son derece ucuz işçiler olacaklardır, güvencesiz işçiler olacaklardır. Her zaman kapının önüne konmayla karşı karşıya kalacaklardır. Altını çizerek söylüyorum bu, bir kölelik düzenidir. Aslında bu sistem sanayileşmiş ülkelerde 1900'lü yılların başlarında kaldırıldı. İşçi simsarlığı öyle bir şeye dönüştü ki işçi mafyalığı oluştu. Çatışmalar, kavgalar, adam vurmalar her şey gündeme geldi. Hatta bazı işyerleri bu mafya tarafından ele geçirilmeye başlandı. Dolayısıyla o noktada devlet müdahaleleri gündeme geldi. Ve devletler İşçi Bulma Kurumu adı altında kendi organizasyonları içinden daha çağdaş, daha modern yöntemlerle işçi bulmaya aracılık etmeye başladılar. Türkiye'de de 1936 yılında İşçi Bulma Kurumu kuruldu. Ve o günden bu güne İşçi Bulma Kurumu – şu anda ismi İşkur olarak değiştirildi-  aracılığıyla işverenlerin ihtiyacı olan işçiler bu kurumlar tarafından devletin kontrolünde verilmektedir. İngiltere'nin 1909 yılında kaldırdığı işçi simsarlığı sistemi Türkiye'de ne yazık ki 2009 yılında yasalaştırılmıştır. Bu yasa son derece tehlikeli bir yasadır.
 
Peki neden böyle bir yasaya ihtiyaç duyuldu?
 
2008 Şubat ayında Hükümet Dünya Bankası ile bir kredi anlaşması yaptı. Bu anlaşmaya göre Dünya Bankası'nın öne sürdüğü şartlardan birisi, esnek çalışmaya ilişkin düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasıydı. Böylelikle Hükümet Dünya Bankası'na vermiş olduğu taahhüdü bu yasayı çıkararak yerine getirdi. Birincisi bu. İkincisi;  üretim dünya genelinde artık küresel bir şekilde yapılıyor. Hiçbir ürün tek bir fabrikada yapılmıyor. Onlarca parçadan oluşan ürünlerin üretimi, dünyanın değişik ülkelerindeki fabrikalarda üretiliyor. Montaj fabrikalarında mamül ürün haline getiriliyor ve insanların kullanımına sunuluyor. Küresel bir üretimde tabii ki küresel rekabet oluştu dünya genelinde. Bu rekabet koşullarında küresel sermayenin Türkiye'ye biçtiği rol, ucuz iş gücüdür.
 
“Sen bu rekabette AR-GE çalışmalarınla, yeni buluşlarınla, katma değeri yüksek ürünlerle kar eden bir şekilde bir sanayii yaratamazsın. Sen ancak ucuz işgücü ile bize hizmet edersin. Bize ve bizim çok uluslu şirketlerimize bağımlı bir ekonomi olman gerekir” şeklinde Türkiye'ye bir rol biçildi. Türkiye'nin, bu koşullarda rekabet edebilecek olanağının, elindeki ucuz işgücü olduğunu düşünüyorlar. Çünkü hammadde bakımından, enerji bakımından  dışarı bağımlısın, teknolojide dışarı bağımlısın. Dolayısıyla  sizin elinizde rekabet edebilecek bir tek ucuz iş gücü var. Ve bu ucuz iş gücü politikası Türkiye'de kalıcılaştırılıyor, bu yasa ile yasal alt yapıları oluşturuluyor.
 
Kaldı ki TİSK'in 2008'in Kasım ayında, “Krize karşı alınması gereken önlemler” raporunda bu düzenlemeler talep edildi. İşverenlerin, altını kalın çizgilerle çizdikleri “Esnek çalışmaya ilişkin hükümler uygulanabilir hale getirilmelidir. Özel istihdam büroları kurulmalıdır. Geçici işçi, kıdem tazminatı gibi yüklerden kurtulmak için işverenler, özel istihdam bürolarından işçi temin edebilmelidir” gibi talepleri vardı. Hükümet bu yasayla hem Dünya Bankası'nın esnek çalışmaya ilişkin önerdiği düzenlemeleri gerçekleştirmiş oldu hem TİSK'in, işverenlerin taleplerini gerçekleştirmiş oldu. Ve bugün ucuz, güvencesiz, örgütsüz iş gücünü bu yasa ile ne yazık ki meşrulaştırdılar.
 
 
Altını çizmek istediğiniz son noktalar varsa bunları da alalım..
 
Çerçeve Protokolü imzalandı ama bunun imzalanması sözleşmelerin Petrol-İş tarafından bitirildiği anlamına gelmiyor. Biz her işyeri için yeniden masaya oturacağız. Kamuda örgütlü olduğumuz TPAO, BOTAŞ, MKE, Etibor, TMO Afyon Alkoloid işyerlerimizle ilgili olarak kamu işveren sendikasıyla yeniden masaya oturacağız. Bu işyerlerimizdeki taleplerimizi bir kez daha yenileyeceğiz.
 
Sözleşmelerde başından beri olmazsa olmaz olarak gördüğümüz, öncelikle ücret dengesizliklerinin giderilmesi ve işyerlerinin kendine özgü sorunlarının çözülmesine yönelik tavrımızı ortaya koyacağız. Eğer buralarda bir uzlaşma olmazsa, biz bunların hayata geçirilmesi için geçtiğimiz dönemde olduğu gibi yine mücadelemize devam edeceğiz. Örneğin Etibor işyerimizde grev hakkımız vardır. Eylül ayında bu işyerinde grev uygulamasını gerçekleştirebiliriz. Makine Kimya Endüstrisi işyerinde yine grev hakkımız var. Orada da 7 Ağustos'da grev uygulamasına geçebiliriz. Grev hakkı olmayan işyerlerimizde de yine çeşitli etkinliklerle, eylemlerle biz bu süreci devam ettirmek istiyoruz. İşçi arkadaşlarımızın, üyelerimizin yıllardır çözülemeyen sorunlarını çözmek için mücadeleye devam edeceğiz.
 
Bazı işkollarında grev yasağı olması da ayrı bir tartışma konusu değil mi?
 
Tabii bizim en büyük zorluklarımızdan biri de bu. Fakat şöyle bir durum var; bu konu çok fazla tartışılmıyor. Anayasa'nın 90. maddesine göre Türkiye uluslararası sözleşmelere uymak zorundadır. İçerdeki uygulamalarla, yasal uygulamalarla  uluslararası sözleşmeler çeliştiği zaman uluslararası sözleşmelerin üstünlüğü ilkesi var. Uluslararası sözleşmelerde de grev hakları, genel grev hakları vardır. Her ne kadar bizim yasalarımızda grev yasakları varsa da böyle bir Anayasal hak da vardır. Gerekirse bu Anasayal hakların kullanılması için de Petrol-İş Sendikası elinden gelen tavrı ve mücadeleyi ortaya koyacaktır.
 
 
NOT: GÖRÜŞMENİN YAPILDIĞI TARİHTEN SONRA CUMHURBAŞKANI, ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI İLE İLGİLİ YASAYI KISMEN VETO ETTİ.